25 Eki 2010

Eğitim şart

Markus Merk diye Alman bir hakem var. İtalyan Pierluigi Collina'dan sonra dünyanın gelmiş geçmiş en iyi hakemi sayılır. Bu adamcağızı bu akşam LigTV'de seyrettim. Mustafa Denizli ve Şansal Büyüka ile bir programda konuktu.

Bir ara Trabzonspor'un bir defans adamının rakip takımın forvetini düşürmesini tartıştılar. Faul var mı yok mu, karar vermesi çok zor bir pozisyon. Bence faul, sence değil. Ama tartışmada birşey dikkatimi çekti: Büyük teknik direktör, sayılan-sevilen Mustafa Denizli kurallardan beyhaber! Markus diyor ki: Defans oyuncusunun gelişi dengesiz, o hızda koşan bir futbolcuya o müdahale fauldür ve kırmızı kartı gerektirir (son adam olduğu için). Bunun yanında bir sürü açıklama yaptı. Yani mesele koşan forvet oyuncusunun dengesiz bir müdahaleyle yere indirilmesi.

Mustafa Denizli faul olmadığını savundu, ama en büyük savunması: "Futbolcu faul için gelmiyor"! Ya yuh artık, böyle bir adam biraz kural okumaz mı? Daha "kontrolsüz hareket" terimi doğalı 10 yıl ya var ya yok. Faul olması için her zaman niyete bakılmıyor ki? Gole giden adamı üfleyerek de düşürsen, arkan dönükken yanlışlıkla çelme taksan da o faul olur. "Ama ben onu çok seviyorum, düşürmeye gönlüm elvermez" diyen affedilmiyor. Sen yere düşerken rakibine çarpıp düşürsen de faul! Bu "istemeden oldu" lafını cahil spor yorumcusundan duymaya alıştık da Mustafa Denizli nasıl bilmez hayret.

Elle müdahale de aynı şekilde yanlış biliniyor. Oyuncunun elleri yana açıkken (gövde ellerle beraber haç şeklindeyken) topa elle müdahale ederse, o serbest vuruş ile cezalandırılır. Bu durumda gene niyete bakılmıyor. Eller gövdeye yapışıksa durum farklı, o zaman niyete bakarsın. Maşallah bizde herkes "niyet" peşinde.

Antremanlarda teknik direktör hakemlik yapıyorsa vay bizim futbolculara! Cehalet kötü şey...

Not: Şimdi Stoke City - Manchester U maçına bir göz attım. Bizim Tuncay 81. dakikada mükemmel bir gol atarak durumu 1-1'e getirdi, ama 86. dakikada tutması gereken adamı (uzun saçlarını artist artist düzeltirken) kaçırınca Stoke City 2. golü yedi ve maçı 2-1 kaybetti. Fener bu çocuğu satınca çok sevinmiştim, ama "Türk'ün gücünü Avrupa'da göstersin" diye değil Fener kurtuldu diye. Daha önce de bundan bahsetmiştim.

13 Eki 2010

20'de 1

..
Gazetelerde haber: Türk Milli Takımı'nın sahadaki futbolcularının değeri 89.4 milyon Euro, Azerbaycan'ınkilerin toplamı 4.8 milyon Euro. Ve ardından soru: Nasıl oldu da yenildik?

Bariz değil mi? Demek ki bizim futbolcuların değeri o kadar değil! Herşeyde olduğu gibi onları da şişirdik. Türkiye'deki futbolcuların değerleri 2000lerin başında patlayan web sitelerinin hisse değerleri gibi, %99'u balon.

Annem ilkokul öğretmeni (şu anda yaklaşık 35 yıllık). Veli toplantılarında başarısız öğrencilerin velilerini kırmamak için "aslında çok akıllı ama biraz dikkatsiz" der. Gerçekte gerizekalı insan çok yoktur, ama insanın değeri "potansiyeli" ile değil "ortaya koyduğu iş" ile ölçülür. Dünyanın en zeki insanı kahvede pişpirik oynuyorsa o benim için en yararsız adamdır. Yetenekli öğrenci yeteneğini kızların eteğini kaldırmaya veya PC oyunu bitirmeye harcıyorsa ne işe yarar?

Yetenekli ama bu yeteneği bir b.ka yaramayan futbolculardan örnekler:
- Sergen Yalçın (daha geçen televizyonda "koşmayan orta saha mı olur" diyordu :) )
- Rıdvan Dilmen
- Kazım Kazım
- Ceyhun Eriş (Biraz "dikkatli" olsa Fener'de efsane olurdu)
- Tarık Daşgün (gene Fener)

Evet yukarıdakiler Türkiye'de değerliydi, ama bu değer milli takıma veya Avrupa maçlarına yansıdı mı? Anamızın liginde efelenmek kolay... Türkiye'den Avrupa'ya gidip tutunan 3 futbolcu ya vardır (örneğin tugay) ya yoktur (örneğin Tuncay), artık sebebini sorgulamayalım.

Not: Hakan Şükür'ü nasıl bilirsiniz? Yukarıda örneklerini verdiklerimin tam tersi. Yetenek az, ama eşek gibi çalışıp herşeyini ortaya koyardı, ve o sınırlı yeteneğiyle iki savunma oyuncusunu mutlaka peşinde gezdirirdi.

12 Eki 2010

Elmanın sapı üzümün çöpü

 .
Henüz bulamadığımdan üzümün çöpü yok ama elmanın sapı aşağıda:




Yardımcı makro tüpleri takarak çekmeyi deneyeceğim, bakalım ne olacak...

11 Eki 2010

Dans - Dansın Sultanları - Grease

"Sultans of the Dance"in ilk gösterilerinden birini izlemiştim (1999 sanıyorum). (İlk duyduğumda " "Dansın sultanları" demek arabesk kaçtı galiba, İngilizce özentileri, ne olacak!" diye düşünmüştüm, ama bu ayrı konu.)

Gene o senelerde Grease müzikali Mydonose Showland'e gelmişti (gene Türkçe değil, ama neyse). Ardarda bu iki gösteriye gitmek "Dansın Sultanları"nı (DS diyeyim) başka gözle görmeme sebep oldu. Size Grease ve Dansın Sultanları'nı karşılaştırayım:

Haydin kızlar eller havaya...

- Grease'deki oyuncular sanki dünya yıldızıymış ve o gece son geceleriymiş gibi inanılmaz bir şevkle oynadılar. Hepsi güler yüzlü ve inanarak kendini rolüne vermişti. Hatta bazıları o kadar coşkuluydı ki yüzlerine bakınca içim kıpır kıpır oldu. Arka planda dansetmeden duranlar bile somurtuk somurtuk sırasını beklemiyordu (üff, hadi sıra gelse de zıplasak). Mustafa Erdoğan'ın gösterisindekiler buna tamamen zıt, istemeden ve sanki birileri onları zorluyormuş gibi sahnedeydiler. Hatta bazılarının, sanki şortlarında iğne varmışçasına, yüzlerinde saçma bir ifade vardı.
Resmen oraya gidip aralarında oturasım geldi...
- Grease'de orkestra canlıydı! Oyuna uygun bir şekilde ve "mükemmel" çaldılar. Erdoğan'ın oyunundaki tabii ki banttan.
- "Dansın Sultanları"nda koreografi yok gibiydi. Bana tek amaç 90 kişinin sahnede simetrik durmaya çalışıp aynı anda ayak sallaması gibi geldi. Grease'de (tabii ki müzikal olmanın da etkisiyle) toplu danslarda bile bir konu vardı, ve asla ve asla "ulan gene mi ayak sallıyorlar" demedim.

- Grease bittikten sonra o üniversiteli halimle para biriktirerek aldığım biletlere hiç acımadım, gösteri merkezinden çıktığımda yüzümde hala bir gülümseme vardı. DS'ten çıkınca "ne oldu acaba" diye düşündüm, ve resmen kandırılmış hissettim. Beğenenler de vardı elbet ama ben diğer ülkelerdeki dans gösterilerini sürekli TRT'den seyrettiğim için karşılaştırma yapabiliyordum.
Hayıııııır, öyle değiliiiz haayıııııırrrr....
Şimdi "yıllardır zaten kendini ispatlamış ve olgunlaşmış bir gösteri ile daha yeni oluşturulan bir ekiple hazırlanan Türk gösterisini neden karşılaştırıyorsun" diye düşünebilirsiniz. Düşünün bir, hadi ben bekliyorum...

Grease'in ilk sergilendiği gecenin fotoğraflarını gördüm! Gene yüzlerde yukarıda bahsettiğim mükemmel "kendini vermişlik" ifadesi var. Danslar gene güzel.

Başka bir tez: "Amerika'da yıllardır var olan bir "eğlence sektörü" ve bu işi profesyonel olarak yapan binlerce kişi var. Grease bu yapı üzerine inşa edildi." Evet, doğrudur, ama bu "insanların kendini işine vermesini" veya bizdeki "odun surat" ifadesini açıklar mı?
Eller havada ama simetrik değil, bu "dağınık" görüntü "80 kişi yanyana eller havada" görüntüsünden daha çekici (kişisel görüşüm)
"Tecrübeli ve profesyonel oyuncuların çokluğu" da hiçbirşeyi açıklamıyor. Bu aralar yeni çıkan "Street Dance" filmini ele alalım (İngiliz filmi). Filmin oyunculuğu ve konusu beş (rakamla 5) para etmez, hatta çok kötü. Bunun yanında, oyuncular dans etmeye başlayınca bambaşka bir kimliğe bürünüyorlar, resmen "özgür" oluyorlar! Oradaki oyuncular da ortalama 18 yaşında, kaç yıllık profesyonel olabilirler ki? Dans da böyle birşey zaten, kafanızı tamamen boşaltıp içinizden geleni dışa vurduğunuzda dansınızın kötü olması neredeyse imkansız. "Biz biliyoruz da mı oynuyoruz" deyip düğünlerde herkesi oyuna kaldıran insanlara ben büyük saygı duyarım. Dans etmek normaldir, odun gibi utanıp sıkılarak oturmak anormal. Hatta yabancı bir ülkede herkesin deliler gibi dansettiği bir diskoda elinde içki bardağı ve cep telefonuyla oturup somurtkan RTE bakışıyla çevreyi kesen adam ya Rus mafyasıdır ya yurdum insanı Türk.

Benim başka bir tezim var: Aile eğitimi ve gelenek-görenek. Ya da Kargo'nun şarkısıyla açıklıyım:
Susmak doğuda erdem, meziyet anlamında
Batıda ise değersiz bir hak gibi
Gülmek doğuda utanç, kibir anlamında
Batıda ise doğal bir istek sanki

Bence Grease ile Dansın Sultanları arasındaki farkın en büyük sebebi buydu. Küçüklüğümüzden itibaren "aman sus", "oğlum otur yerine", "dinlemeyi öğren", "söz gümüşse sükut altındır" ile büyüyen biz, daha küçük yaşlardan "kendini ifade etmemeyi" öğreniyoruz. Dikkat ederseniz "göbek atarak" hareketli dans edilen bölge genelde Trakya Bölgesi oluyor. Trakya Bölgesi'nin büyük çoğunluğu Balkanlar'dan geldiği için aslında buralardaki kültür Bulgaristan, Kosova, Arnavutluk, Makedonya gibi ülkelere çok benziyor. Anadolu'da daha ağır başlı danslar varken Trakya'da genelde "hadi kıvır beyaa" hakim.

Gülmek ayrı bir dert. Gülen adam "yumuşaktır", "gayriciddidir", hatta sizinle "alay eder". Gülen adam ciddiye alınmaz, belki de bu yüzden sık sık gülen insanlar doğu toplumlarında lider olamaz. Halbuki gülmek muhteşem bir tepkidir, (gerçekten alay etmek için gülmüyorsanız) karşınızdakine moral vermelidir, yaşam sevincinizi gösterir.

Yabancıların olduğu toplantılarda toplam konuşulan vaktin %80'inde Türk insanımız daha küçüklükten öğrendiğini çok iyi uygular; yani susar. Hemen tüm konuşmayı diğer taraf yapar. "Ama biz az ve öz konuşuruz" diyen arkadaşlara buradan gülücüklerimi gönderiyorum :)

Ek açıklama: Yeni Anadolu Ateşi'ni seyretmedim, belki yukarıdaki eleştirilerim bu yeni gösteri için geçersizdir.  Zaten hep -dı'lı -di'li geçmiş zaman kullandım. Örneğin Mevlana, Efeler vs.. gibi Anadolu'ya özgün birçok dans var, ve hatta dünyanın bilmemkaç ülkesinde gösteri yapmaları da harika. Zaten gösterinin 11 senede gelişmiş olması gerekir değil mi? İnternet sitesinde gördüğüm fotoğraflarda oyuncular gülüyordu. Videolarında çok anlayamadım ama gelişme elbette ki var. Yalnız gene "eller yanda veya havada" hareketini gördüm sürekli. Yok mu başka "sahnede çekici ve göz alıcı" gelecek hareket? Yanyana gelen 80 kişi yalnız eller havada mı hareket eder?

Mısır'da Anadolu Ateşi
Bunlar benim düşüncelerim.

9 Eki 2010

Mavi Ay

Mavi Ay'ı hatırlayan var mı? TRT'de gösterildiği dönemlerde saat kaç olursa olsun seyrederdim (ve her Türk çocuğu, genci ve erkeği gibi) Cybill ablaya aşıktım :)

Bu aralar nette biryerlerde Türkçe seslendirmeli buldum ve seyrediyorum. Müziği ve başlangıç sahnelerindeki nostaljşk fotoğraflar beni nedense çok etkiliyor. Dizinin kendisi o kadar iyi değil :) Belki 80ler'i yansıttığı içindir.

Cybill abla (bizim mankenler gibi) çok amatör, ellerini nereye koyacağını bilmiyor, konuşmadığı zamanlarda yüzünden yapmacıklık akıyor ama gene de bizimkilerden daha sempatik. Bruce amca zaten bu diziyle coştu. O da çok amatör, ama Cybil'dan daha rahat (ve yavşak :) ) olduğu için çok göze batmıyor. Dedektiflik bürosundaki gözlüklü-hastalıklı kız şu anda basit ve yapmacık gelebilir ama bu dizi çıktığında türünün ilk örneğiydi (telefonda okuduğu salak şiirlere ben çok gülerdim, hala enteresan geliyor), yani hemen her şeyi orjinal. Her bölümde ayrı bir cinayet-hırsızlık hikayesi var ama asıl olay Maddie Hayes ve David Addison arasındaki "gizli" aşk ve sürekli tartışmaları.

Dizinin yaratıcısı Shakespeare'nin bir oyunundan esinlenmişti diye hatırlıyorum.

Bu dizi şu ana kadar yapılmış tüm Türk dizilerinin toplamından daha başarılı!! (belki İkinci Bahar yaklaşır, o da Şener Şen sayesinde)

Not: 2. sezon 4. bölümün Orson Wells'e ithaf edildiğini farkettim. Adam 1985'te vefat etmiş, yani ben ilkokuldayken. Bir dahiyle aynı zamanda yaşamışız :)